Haberler

Bağdaşma veya Uyum Sorunu Üzerine

Batı dillerinde, compatible/compatiblité sözcükleriyle ifade edilen Bağdaşma kavramı uyum, uyuşma, aykırı düşmeme, birarada olabilme gibi halleri ifade ettiğinden hayatımızdaki yeri önemlidir. Bu sözcük, olumlu hali ile birlikte(olabilir)liği; olumsuz hali ise ayrılmayı/ayrışmayı temsil ediyor.

resim
28.11.2013

Batı dillerinde,  compatible/compatiblité sözcükleriyle ifade edilen Bağdaşma kavramı uyum, uyuşma, aykırı düşmeme, birarada olabilme gibi halleri ifade ettiğinden hayatımızdaki yeri önemlidir. Bu sözcük, olumlu hali ile birlikte(olabilir)liği; olumsuz hali ise ayrılmayı/ayrışmayı temsil ediyor.

Nitekim tıpta, organ nakillerinde, nakledilen organı vücudun, doku uyuşmazlığı nedeniyle reddetmesi, bu kavramın olumsuz haline verilebilecek en uygun örnektir.

Olumlu haline dair örneklere toplumumuzda, pek sık rastlamasak da TBMM’nin 31 Ekim 2013 Perşembe günkü oturumunda gözlenen uyum, sorun çözücülüğüyle iyi bir örnek oldu. Partileri ve öncelikleri farklı olsa da; Milletin Vekilleri, bir hayalet sorunun istismarına son verirken, farklılıklarını“ortak iyi” hedefinde bağdaştırmayı başardılar. Temenni edilen odur ki, bütün taraflar bu “uyuşumun sonuçlarını” doğru değerlendirmeye özen göstersinler.

Siyasilerimizin sergilediği bu tabloyu, toplumsal sorun çözme kabiliyetimizin (SÇK) düşüklüğü; nasıl geliştirilebileceği bağlamında değerlendirirken; toplumun eğitim düzeyini yansıtan TÜİK’in bir istatistiğindeki rakamlar, bende farklı düşüncelere yol açtı.

 Toplumun %18’lik kesimi

2009 Yılı için verilen o istatistikteki rakamlar kullanılarak yapılan bir hesaba göre, Lise, Ön Lisans, Lisans, Lisans Üstü ve Doktora derecesinde öğrenim görmüşlerin toplamı, nüfusun ancak %18’ini teşkil ediyormuş.  Bu rakamın düşüklüğünden hareketle, toplumda siyasi tercihlerin belirlenmesinde ağırlık merkezinin daha düşük eğitim-öğrenim görmüşler tarafında olduğu üzerinde duruluyordu.

Bir başka açıdan bakıldığında ise; o tabloda üstü örtük bir başka gerçeğin daha saklı olduğu görülüyor. İnsanlarımız, demokratik rejimlerin vazgeçilmezlerinden olan STK’nda örgütlenip, “sorunun değil, çözümün parçası olmak” şeklinde ciddi amaçlar belirliyorlar. Dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, sendikalar kurup bir araya gelen bu insanlarımızın, -benim de aralarında bulunduğum- o %18’lik kesimde yer aldığını söylemek, yanlış bir genelleme olmaz sanırım. Hattâ toplumu etkileyen, topluma yön veren etkililerin (aydınların) tamamı, bu kesimde bulunuyor dense de yanlış olmaz.

Ancak hayatın pratiklerinde gözlenen bir gerçek var ki, o kuruluşlarda bir araya gelenlerin başlangıçtaki heyecanı kısa sürede sönüyor. O kuruluşlar da doğal olarak birkaç yıl sonra ya kapanıyor veya toplum yaşamında varlıkları hissedilmez oluyor. Üyelerinden bir-iki kişinin özverili gayretleri ile adeta yarı canlı bir yaşam sürdürüyorlar.  Yani, bireylerinin birlikteliğinden ve/ya benzer kuruluşlar arası ilişkilerden o amaçları gerçekleştirmeye dönük sinerji yaratılamıyor. Toplumun SÇK yetmezliğini geliştirmeye katkı yapması beklenen fikirler, kaynaklar yerini bulmuyor. Değer üreten, sömürülemeyen, kaynaklarını verimli bir şekilde kullanan; çözemediği sorunlarla boğuşarak harcamayan; barış ve refah içinde bir toplum olma yolunda istikrarı koruyamıyoruz.

Bu hali neyle/nasıl açıklamalı?

Sorunları anlama ve çözüme odaklanma söz konusu olduğunda; toplumun “aydın kesimi”nin (%18’in), uzlaşmacı/katılımcı olma, yapıcı katkıda bulunma, yenilikler/yeni çözüm yolları üretmede kısırlık çekiyor olması bu halin önde gelen sebeplerden biri olamaz mı? Ben daha da ağırlıklı sebep olarak, acaba bağdaş(ama)ma ve/ya uyum/uzlaşısorunumuz mu var diye düşünüyorum.

Bununla, herkesin aynı düşüncede, aynı çözümde birleşmesi gerektiği gibi bir beklentiyi kastetmediğimiz açıktır. Ortak iyi’nin belirlenmesinde ve sorunların çözümüne yaklaşımda, kişi ve kuruluşların kendi düşünceleri ve çabaları ile katkı yapıcı, paylaşmacı bir yaşam biçimi sergilemesinde hissedilen yetmezliğe gönderme yapılmaktadır.

Bağdaş(ama)ma sorununu açacaksak; şunları da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Açıktır ki, toplumsal sorunların sebebi tek olmadığı gibi; çözüm için önerilecek yol da tek olmayabiliyor. Özellikle çözümü gecikmiş olanları genellikle girift yapıda oluyorlar. Bunlar için kolay, çabuk ve kalıcı çözüm aramak, kaynak israfından başka bir işe yaramıyor; çünkü öyle bir çözüm yok!

Sorun çözümünde nasıl bir yol izlenmeli?

Soruna çözüm aranırken, sorunu doğru anlamak; doğru sorular sorarak nedenlerini, kaynakta olana varıncaya kadar saptamak esastır. Ancak bu yetmiyor. İlaveten o nedenleri, sorunu oluşturmadaki ağırlıkları sırasında ortaya koyabilmek de gerekiyor. Sorunun çözümü için “doğru” adına ne(ler) yapılması gerektiği, o noktada göz kırpmaya başlıyor.

Bu düşünce biçimi, toplumsal kültürün parçası haline gelmişse; kanaat önderleri, rol modelleri, bilim adamları, sanatçıları; kısaca aydın diye nitelenen kesimdeki insanları, toplumlarının sorunlarını yukarıda işaret edilen sistematik içinde tartışıp kamuoyu oluşturdukları; karar vericilerin kararına yön verecek çözüm önerilerini belirlemede öncülük ettikleri gözleniyor. O kapsamda, birbirini besleyen çalışmalarıyla ortak aklı işleterek, Ortak İyi’ye ulaşmakta farklılıklarını bağdaştırabiliyorlar. Nitekim benzer çözümlemelerin, ABD gibi ülkelerde Think Tank denen düşünce kuruluşlarında bu şekilde oluşturulduğu görülüyor.

Ortak İyi, ortak hedef olunca; bağdaşma sorunu yaşanmadığı gibi; katılımcıların katkıları da sinerji yaratıcı yönde ve ağırlıkta oluyor. Toplumun SÇK gelişmişliği için bu, önemli bir göstergedir.

Bizdeki durum

Toplumumuzda güncel ve geçmişte yaşananlar göz önünde bulundurulduğunda, o tür sistemli bir düşünce biçimini, toplumsal kültürümüzün parçası haline getirdiğimizi söylemek mümkün görünmüyor. Üzerinde ayrıca durmak gerekir.

Girift yapılı pek çok sorunla beraber yaşıyoruz. Çözülmeleri yolunda, geçmişte sistematik bir çalışma yapılamamış veya gerek katılımcıların gerekse karar vericilerin öncelikleri farklı olduğundan; ortak iyi denebilecek bir çözüme ulaşılamamış ve/ya ulaşılmış olsa bile hayata geçirilememiş olduğu anlaşılıyor. Örneklemek gerekirse;

  • Yıllardır yap-boz tahtasına döndürdüğümüz eğitim öğrenim sistemimizin sorgulayıcı ve yaratıcı düşünceyi niçin aşılayamadığının;
  • Darbelerden çare umma;  ya da bütün kabahati sadece darbelere bağlama kavşağında niçin sıkışıp kaldığımızın; dolayısıyla özgürlükçü, sivil, demokratik bir rejimi niçin bir türlü oturtamayışımızın;
  • Toplumda barış ve kardeşliğin zeminini oluşturması gereken Din’in, ötekileştirmelerin, kutuplaşmaların, çatışmaların aracı haline gelmiş olmasındaki çarpıklığı dert edinmez görünüşümüzün;

ve daha birçok kronikleşmiş sorunumuzun sebeplerini kendimizde değil de, dış güçlerin gelişmemizi istemeyişlerinde (sanki gelişmemizi engellememe görevleri varmış gibi!..) buluyoruz da; gerçek nedenlerini daha akılcı yol olan, ortak aklı çalıştırmada; Ortak İyi’ye ulaşma süreçlerinde aramaya neden yönelmiyoruz; engelleyen şey ne olabilir? Ne dersiniz?

Ben, bu “sorun çözememe” sorunumuzun vebali, aydın kesimimizde aranmalı diye düşünenlerdenim. İki muhtemel etken var; birisi nitelik noksanlığı ise diğeri daha derinlerde bir yerde ve karmaşık.

Zira toplumumuzun kanaat önderi, rol modeli, bilim adamı, sanatçısı, siyasetçisi; kısaca aydın diye nitelenen kesiminde, toplumun SÇK’ni geliştirmenin lokomotifi olma sorumluluğu/bilinci köreltilmiş olmalı. Yani sorumluluğun başkalarında olduğu yaygın yerleşik kanaat yüzünden; bu girift sorunların çözümü için ortak iyi’nin belirlenmesindeki farklılıkları bağdaştırma arayışlarındaçekingenler. Her gün hayatın ve dünyanın gerçekleriyle kendini hissettirip duran bu çarpıklık ortada durup dururken; niçin herkes kendi fikrini/çözümünü satmaya çalışıyor; ötekileri kendisininki kadar değerli görmüyor. “Benimkisi tek doğru!” saplantısı neyin nesi? Nasıl aşılmalı? Kimlere düşüyor bu yaşamsal görev?

Uzay istasyonu inşasında ABD ile Rusya, farklı konsept ve teknolojiler kullanmalarına rağmen o istasyonu bir bütün olarak oluşturacak modülleri ayrı ayrı inşa edip ana gövdeye eklemlemeyi başarabiliyorlar da; toplumumuzun aydınları yaşamsal sorunlarının çözümü için neyi nasıl yapmak gerektiği konusunda ortak iyi konusunda bağdaşamıyorlar. Anlamak zor.

Belki o kesimlerdekiler arasında aymazlar olabilir; ama varlığını, mutluluğunu, geleceğini, toplumunun varlığı ve barışında gören; o bilince sahip insanlarımızın çoğunlukta olduğu reddedilemez. Peki onlar arasında neden o yönde sinerji yaratacak bir etkin katılımcılık gözlenemiyor?

Özellikle %18’dekilerde, niçin sözünü ettiğimiz öncülük etkinliklerinde; farklılıklar arasında uzlaşma arayarak ortak iyinin öne çıkarılmasında yeterli katılımcılığı göremiyoruz? Tribünleri doldurmuş; sahada oynayan 22 futbolcuyu seyredip; futbolcu, teknik direktör ve hakem kritiği yapan seyirciler pozisyonunda olmaktan nasıl oluyor da rahatsızlık duyulmuyor? Her şeyi siyasilerden bekliyor ve oradaki kutuplaşmanın taraflarından olma seyirciliği/sözcülüğünde tatmin bulunuyor?

Çözümü mutlaka bulunması gereken; bütün giriftleşmiş kronik sorunları besleyen Kaynak  Sorun bu!..

Neme lazımcılığın rahatlığıyla ve yavan bireysel çıkarcılıkla beslenen bu halin, ortak iyi’yi arama bulma çabasında Bağdaşma sorunu yaşamamızı, kalıtsal bir özelliğimiz olarak görenler var.

Bu mümkün görülse bile; yaz-boz tahtasına döndürülmüş eğitim sistemimizin çeşitli süreçlerinde şekillendirilip insanlarımıza benimsetilen düşünme, davranış ve yargı kalıplarında; toplumun geniş kesimlerince paylaşılan ortak iyi’nin (toplumsal bir vizyonun / ülkünün) ne olduğuna dair bir tanımın yer almıyor olmasının başat rolü göz ardı edilmemeli.

Yukarıdan beri yaptığımız çözümleme ile geldiğimiz bu noktada, toplumun zihinsel gelişiminde, sorunları anlama ve çözümüne odaklanma süreçlerinde -kendimi hariç tutmaksızın-, lokomotif görevi yapacak/yapması gereken aydın sınıfından insanlarımızın, suçlamalardan tamamen uzak olarak,

  • iğne ve çuvaldızı” ellerinden düşürmeden toplumsal sorunlarımız üzerinde kafa yormalarının;
  • yapısal çarpıklıkların sinir uçlarını tespit edip oralara müdahaleye yönelmelerinin;
  • bu süreçlerde daha önce olmadıkları kadar katılımcı ve katkıda bulunucu olmalarının

öncelikli ve acil ihtiyaç olduğunu; vurgulamak gerekiyor.

Necati Saygılı

Sayfa başına dön!